BİR FİZİK ÖĞRETMENİ
Münevver Dosdoğru
Münevver Dosdoğru Hanım, Erenköy Kızlisesi’nde fizik öğretmeniydi; dünyanın maddesel kanunlarını kavramış bir bilge kişiydi.
Çocukluk ve gençlik yıllarımda berrak ve net düşünmeyi gerektiren matematik-fen konularında çekingendim; zihinsel kanallarımın hayaller ve duygularla yer yer bulutlu ve puslu tıkanıklığı yüzünden fizik-kimya-cebir-geometri bilgilerini tam olarak kavrayamıyor, problemlerinin içinden çıkamıyordum. Doğrusu endişe ediyordum, okullarda evren ve planet dünya meselelerine aklımın ermeyip zihinsel sığamın kapsayamayacağı kanun, teorem ve formüller önünde çaresiz bir oğrenci olmaktan. Münevver Dosdoğru Hanım hayatın birbirine bağlı, doğru dünya bilgileriyle anlaşılırlığını, yaşam araçları ile örneklendirerek öğrenmenin kıvancını tattırmıştı.
Lise birinci sınıf insan ömründe bir dönemin başlangıcıdır; artık büyümeye, dünya gerçeklerini anlamaya mecbur olunduğunu bildiren öğretilerin ilk sahifesidir! Fen bilimleri konularının, özellikle fizik konularının büyüklüğü karşısında bir türlü akıl dağarına sığmayan bilgiler yüzünden özgüven çöküşüne uğramaktan endişe duyan tek öğrenci ben değildim. Yeni başladığımız okulda, ilk fizik dersini göreceğimiz kalabalık sınıfımızda, kaygılı bir durgunluk içinde Münevver Öğretmen’i bekliyorduk. O nihayet hızlı adımlarla sınıfa girdi, üzerimizde dikkatli bir bakış gezdirdikten sonra fiziğin yaşamımızda ne denli önemi olduğunu anlatan kısa bir konuşma yaptı ve tahtaya geçerek eline bir tebeşir aldı.
Tam o yıl, o günlerde, dünya çok önemli bir olayın haberi ile ayaktaydı; ilk kez bir insan yapısı gök cismi, Sputnik, Ruslar tarafından uzaya gönderilmişti ve dünya etrafında bir yörüngeye oturmuş dönüp duruyordu. (4 Ekim 1957) O zamanın dünya halklarının aklının pek ermediği bu olay, idrak edilmesi imkânsız bir fenomen olarak zihin karışıklığı ile şaşkınlık yaratmış, özellikle inanç sahiplerinin doğmalarını allak bullak etmişti. Münevver Öğretmen ise şimdi, bir kızlisesinin ilk fizik dersinde, öğrencilerine Sputnik’in nasıl göğe fırlatıldığını, yerçekimine karşı gelen merkezkaç kuvvetinin dengelediği bu yapma uydunun yörüngesine nasıl yerleşip döndüğünü, uzaklık hız ve kuvvet hesaplarını yaparak anlatıyordu. Öylesine basit ve akla uygun bir olay idi ki bir uydunun uzaya atılması, ortalama zeka seviyesindeki herkes anlayabilirdi. Ders bitip de ‘teneffüs’ zili çaldığında hepimiz kendimizi büyümüş, başka insanlarmışız gibi hissediyorduk: Öyle ya, gazetelerin, dergilerin heyecenlı sözlerle anlattığı uydu olayının temelinde nasıl bir fizik olgusu, ne gibi matematiksel hesaplar yattığını biz biliyorduk; kendimizi fizik âlimliğine adım atmış bireyler gibi hissediyorduk.
İkinci sınıftan itibaren ‘fen bölümüne’ ayrılmakla birlikte, lise eğitiminin her üç yılında da fizik derslerini Münevver Öğretmen ile yaptım; fizik dersi kitaplarımızın da yazarı oydu. Onbeş kişilik sınıfta hepimizi çok iyi tanıdığı halde bunu belli eden bir tavır sergilemezdi, hatta isimlerimizi bile bildiğinden şüphe edebilirdik. Sömester sonu sınavlarda herbirimiz için ayrı ayrı sorular hazırlıyordu; dönem içi derslerde iyi bilmediğimiz konulara ait sorular!. Ciddi bir öğretmendi, abdesinde-namazında, tam bir Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyet kadınıydı. Kendisine ‘hocam’ diye hitap edilmesini sevmezdi, mutlaka ‘öğretmenim’ demeliydik. Ders anlatırken ses tonunu abartılı bir şekilde değiştirir, mesela bir hesaplamada düşük bir sesle”, “Acabaaa burası artı mııı, yoksa eksi mi?” diye sınıfa sorar, sonra tahtaya hızla yönelip beklenmedik bir kreşendo ile “Tabii artı!” diye sonucu ilân ederdi. Akıp giden saygın bilgileri takip etmekten onun bu garip tarzını yadırgamazdık.
Bugün Münevver Öğretmen’den aldığım derslerin üzerinden altmış yıldan fazla bir zaman geçti. Maddi, fiziksel dünyanın yapısının arkasında yatan bilgi ve kanunların değişmezliği ve yüceliği bana her zaman, ilâhi bir güç huzurunda olduğumu hatırlatır. Formülerin, ayrıntılı hesapların zihnimden silinmiş olmasına rağmen, maddenin kanunlarının nasıl işlediğini bir makinenin çalışmasında, ışığın yayılmasnda, hattâ küçük güllerin düştüğü su örtüsü üstünde nasıl durduğunda hatırlarım. Bir orkestradan müzik dinlerken, yaylı sazların tellerinin nasıl ‘frekanslar’ oluşturduğunu, nefesli sazların temelde ‘ses boruları’ prensiplerine göre hava yolunun kapatılıp açılmasıyla havayı nasıl titreştirdiğini düşünür, müziğin ilâhi fizik kanunlarıyla karmaşarak ruhuma ulaştığını hissederim. Bir uçak kalkarken, kalkış hareketinin ‘eğik atış’ hesaplarını an be an nasıl üretip değiştirdiğini, motor gücünün hız yaratarak yerçekimi gücüne karşı onu düşmekten nasıl koruduğunu düşünürüm, sonra yükü ile birlikte tonlarca ağırlığa ulaşan uçağın, altında dünya dönüp dururken ‘jiroskop’ kanununa göre dosdoğru seyrettiğini bilirim. Léon Foucault’nun zekice bir görüşle ‘sarkaç kanununu’ kullanarak dünyanın kendi etrafında döndüğünü anlatan uygulamasını hatırlarım; yüksek bir tavana asılmış bir çekülün kum yüzey üzerinde çizdiği çizgilerin anlamına, her görüşümde aynı heyecanı yaşayarak varırım. Bana sanki bütün gemiler Arşimet tarafından yüzdürülüyor gibi gelir. Atwood deneylerinden esinlenip kütle-ağırlık-hız meselelerini hatırlar, Einstein’in E = mc2 düşüncesine varan yola nasıl ulaştığına huşu ile bakarım.
Ömür, olaylar ve duygularla akıp giderken, hayatın yalnız fiziksel mekanizmasının akla bağlı temel kanunlara göre nasıl işlediğini öğreten Münevver Öğretmen’i hatırlarım; kazandırdığı madde sevgisi ve zevki için her an, aynı heyecan ve saygıyla teşekkür ederim.