Bir zamanlar Bursa’da dedemin ve anneannemin Çekirge’deki dağ evinde toplandığımız yaz aylarında, akşam yemeklerinden sonra taşlıktaki sedirlere, sandalyelere dağılır, yatmadan önceki zamanımızı hoş geçirmeye çalışırdık. Anneannem iyi bir kulağa sahipti, akşamın müziğini o başlatırdı.

Kanaryam güzel kuşum

Ben sana vurulmuşum

Sonra peşpeşe biz, zamanın bilindik şarkılarını kâh abartarak, kâh uydurarak hep bir ağızdan söyler, güler, eğlenirdik. Başkaları da akşamlarını böyle şenlikler ile geçirirlerdi. Bir komşumuz vardı, evin beyi kanun çalardı, bir başka yerde genç oğul, kendi yaptığı giysiye bürünüp deve olur, yelkim yepelek insanların üstüne yürür, güldürürdü. Yok muydu insanların dertleri, hem de nasıl vardı, hastalıkları, para sıkıntıları, fiziksel mekân zorlukları.. Bizim evde her sabah mutfaktaki toprak maltız yakılır, akşam yemeğine kadar ateşin devamlılığı sağlanırdı. Öyle kalorifer, soğuk üfleyen “klima” falan yoktu, yollar “Bursa’nın ufak tefek taşları” ile kaplı ya da kaplamasız toprak yollardı. Doğa insanı mest eden bir güzelliğe sahipti, bir Bursa Ovası vardı, – nasıl tesbit ettilerse – yetmişiki tür yeşilden oluşan, taa Mudanya’yı gözden saklayan mor dağlara kadar parsel parsel yeşillik sergileyen.. Zaten Bursa’nın adı “Yeşil Bursa” idi, o zamanlar, semt adı, cami adı, hamam adı, hep yeşildi. Bunların arasında hayat gereğince değerlendirilir, stres ve şikâyete batıp günler karartılmaz, yaşıyor olmanın teşekkür hakkı verilirdi.

Geçenlerde 4 Temmuz tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Fulya Soybaş’ın yazısını okudum. Bugünkü yaşamımızda içine düştüğümüz olumsuz duyguları, sinirliliğimizi, mutsuzluğumuzu gösteren Gallup araştırmalarından bahsediyordu. Türkiye toplum olarak mutsuzluk sıralamasında sondan üçüncü sırada yer alıyormuş. Doğrudur, gün yok ki insanı üzen, kızdıran haberler duymayalım, hayıflanmamızı gerektiren olaylar yaşamayalım. Yazıda psikolog Dr. Acar Baltaş’ın değindiği ekonomik krizler, göç olayları, terrör, pandemi, doğal afetler gibi birçok travmatik olay, arkasında siyaset olgusu var oldukça mutsuzluk sebebi olmaktan çıkmayacaktır.

Siyaset, dünyada yaşamın başladığı ilk zamandan bu yana, devamlı birşey vaadeden, ancak mutluluk bozucu yapısıyla insana musallat olan şeytani bir olgu, aslında. Bugüne kadar insanlığa tek bir yararı olmamış, ama kendini aşıladığı kimseler aracılığıyla savaşlar çıkartmış, soykırımlar yaptırmış, ekonomik dengeleri bozdurtmuş, ırk, milliyet gibi gerçeklikleri yanlış yargılatıp insanları birbirine düşürtmüş kötü bir olgu. Genelde “yönetici” kimliğine bürünen siyaset, sözlük anlamı olan “insanları ve toplumları idare etme sanatı” sıfatına dayanarak insanların ve toplumların hayatlarına müdahale eder. Bunun için kullandığı yasaklar, izinler, sınavlar, kararlar toplumsal yaşamı düzene sokacakmış gibi görünse de, yaydığı tesirler sonunda kısıtlanmalar, gerilemeler, ümitsizlik ve hayal kırıklığı getirerek insanların mutsuz ve sinirli olmasına yol açar. Siyaset insanları düşüncelerinde ve hayallerinde de özgür bırakmaz; öylesine değer yargıları öne sürer ki, yücelttiği, alçalttığı insanları, kavramları, inançları, hatta gerçek olay ve görüngüleri değil bir aracı ile ifade ederek dile getirip ortaya koymak, insan kendi içinde bile düşünerek irdeleyemez, eleştiremez; zihni adeta tutuklanmış, siyasetin öğrettiğine şartlanmıştır.

Bazı toplumlarda kişisel gelişimi ileri yöneticiler, siyasetin bu insan aklına ipotek koyan yanını farkeder ve mümkün olduğunca siyasetten uzak durmaya, idarecisi oldukları kurum ya da devlet sistemlerinin düzenli işletimine odaklanmaya çalışırlar. O zaman siyasetin bozguncu tesirleri yönetime teğet geçer ve kurumlar ortaya çıkabilecek riskli durumları atlatabilirler.

Siyasetin etkileri bireylerin ruh halini değiştirir. 1980’li yıllarda karı-koca iki Amerikalı arkadaşım Kafkasya’da uzun ömürlülük üzerine bir çalışma yapmak üzere Türkiye üzerinden bir geçiş seyahati yaptılar. Dönüşte, o yıllarda Sovyetler Birliği idaresinde olan Kafkas ülkelerinde, önceden çok titiz bir hazırlık yapıldığı halde, siyasetin belirlediği kısıtlamalar yüzünden çok zorluk çektiklerini anlattılar. Halk değil yalnız fiziksel bakımdan, psikolojik bakımdan da olumsuzluklar yaşıyor ve bu konuşmalarına yansıyordu. Arkadaşlarımın, bu bölgedeki insanların söyledikleri her cümlenin başlangıcında “imkânsız” sözcüğünü kullanmaları dikkatlerini çekmişti. -“Tren istasyonu ne taraftadır?” –“Ah, imkânsız. Sol taraftan gidiniz.” – “Tuvaleti kullanabilir miyim?” – “Oh imkânsız, bilmiyorum, sormalıyız.” – “ Bu kağıtta ne yazıyor?” – “Aa, imkânsız, otobüs saat üçte kalkar yazıyor.” Belli ki siyaset herşeyi öylesine imkânsızlaştırmış ki, bu sözcük dillerine pelesenk olmuş. Şimdi nasıldır acaba?

Gallup araştırmasının ortaya koyduğu, milletçe mutsuz ve sinirli olmamızın sebebi yetmiş yıldır siyasetin toplumu ve bireyleri, bir gün olsun ondurmadan, bir iğneli fıçı gibi, her yönden dağlıyor, vuruyor, acıtıyor olmasıdır. Keşke sivrilmek isteyen insanlar “siyasete soyunacaklarına” sistemleri doğru işleten yöneticiler olmaya karar verselerdi. O zaman sistemler düzenle işler, siyasetin de insanlar üzerindeki olumsuz tesir gücü zayıflamış olurdu.

Bugün eski günlerde olduğu gibi şarkılı, şiirli şenlikler yapmıyoruz; daha çok siyaset konuşuyoruz; ekonomik durumdan, işletimi düzensiz kurumlardan, konut sorunlarımızdan, eğitim dertlerimizden, işsiz-güçsüz olmamızdan şikâyet ediyor, sinirleniyoruz.